‘Altmış yıl önce Almanya’yla Türkiye karşılıklı bir kâğıt imzalamışlar; Almanya’da iş çok, ama işçi az; Türkiye’deyse iş az, ama işçi boldan da çok diye.
Nasıl da eskimiyor „eskiler“, sanki yenileniyor hep?
Türkiye’den Almanya’ya salt işçi gelmedi elbet.
Vasıflılar, tahsilliler de geldi tabii.
Sonra ve hele sürgünlüler.
Menderes’ten kaçanlarla, Menderes’i asanlardan kaçanlar.
Muhtıra, On İki Eylül ve daha nice kanlı, zindanlı sebepten dolayı ülkesini, ailesini, sevdiklerini, işini yaşamını terk edenler…
Dedim ya, Türkiye hiç değişmemiş, değişmiyor, değişmeyecek… değişmeli!
Bu sürgünler, yurtsuzlaştırmalar bitmeli!!
1977’de Almanya’ya geldirildim, „GELMEDİM!
Ama şikayetçi değilim. Özgür, refah bir ülkede; sosyal ve hukuk devleti bir ortamda büyüdüm.
Bugün – hangi neden ve çıkarla bilmem- her yerde „Almış Yıl“ hikâyeleri söyleniyor, hayır, SÖMÜRÜLÜYOR!
Ben geldirilsem de, bazı bazı ırkçılık ve ayrımcılık yaşasam da, iyi bir hayat yaşadım Almanya’da.
Aslında…
Yitirip bir daha bulamadıklarım, onlari har har, har hur göresediklerim de oldu elbet.
Bu öyküler benim tarafımdan şöyle hazin:
Bavula, uçağa, hatta trene sığmayacak şeyler var çünkü.
O serpenem gibi mesela. Bahar olanda köyümün tepelerine çıkıp çiğdem aradığım, deryayı damlaya sığdırdığım ânlar örneğin.
Hani açar ya akasyalar, kokar ya ağır, serçeler konar… onlar da sığmadığı heybeme, sığmadı…
Minarenin ucundaki güvercinler de…
Küçük damda sofra kurulunca, akşam serinliğine yaprağıgüzellerin havası karışır ya,hepsi orada kaldı…getiremedim, yani bavulla… lâkin sakladım hepsini yedeğimde…
Kördü Esme Anam, yaşlı, Babaannemin Anneannesi taaa, beni kemiksi parmaklarıyla yanağımdan tanırdı, bırakın Almanya’yı, avluya bile inemiyordu…
Esme Anam da kaldı geride, şimdi hasretliğin en aşılmaz kıyısında…
Yine de, yine de… şikayetçi değilim, hayat işte.
Ne mevsimi ters, ne de bir öğünü!
Kaşığım kırılsın cayarsam hayatı hayatla yaşamaktan!’